Ana içeriğe atla

François Ozon : Seçtiğim 3 Filmi




Bugün bu yazıya başlarken aylar süren sabrımın, bekleyişimin, kafamda oturması gerektiğini düşündüğüm bu yazının detayları için bekleyişimin sonuca varıyor olmasına sevindiğimi hissediyorum. Bu bloğu kendim için kurarken aklımda yalnızca okuduğum kitapların bende bıraktığı, beni olduğum kişiyi yormadan, özümü zedelemeden kime evrilttiğini, hangi özverileri kazandığımı ve onlar üzerinde düşüncelerimi paylaşacağımı düşünüyordum. Bununla sınırlı kalmayacağımı umsam da Blog için kafamda farklı planlar henüz yoktu. Bugün, '' Fazıl Say'dan Kültür Bakanlığı'na Mektup üzerine fikirlerim '' yazımdan sonra bir farklı içerik daha oluşturuyorum blogum için. Tıpkı o yazımda olduğu gibi, belirtmek isterim ki, bu yazım da François Ozon ve filmleriyle tanıştığım an fikrime düştü, tıpkı Fazıl Say'ın mektubunu okuduktan sonra aktarmak istediklerim olduğunu düşündüğüm gibi. 
Şuan da heyecanlanıyor ve mutluluk duyuyorum. Özgün bir yönetmen, eşsiz bir bakışın bize sunduğu 3 değerli filmle karşılıyorum sizi. Ensuite, François Ozon de mon point de vue!

François Ozon ve onun, onun kadar eşsiz filmleri! Jeune et Jolie, Une Nouvelle Amie ve Frantz.

Burada, sizi ve hem de kendimi filmlerle buluşturmadan önce çok kısa sohbet etmek biraz bu yazının ortaya çıkış sürecinden bahsetmek istiyorum. Ki süreç bende ve yazının varlığı üzerinde önem taşıyor.
François Ozon bir bağımsız film yönetmeni. François Ozon'la ve onun diğer eşsiz filmleriyle beni tanıştıran yine Ozon'un bir sahnesine tesadüf ettiğim, burada birazdan büyük bir heyecanla sizlerle paylaşacağım bağımsız filmi Jeune et Jolie filmiydi. Filmin tamamını izledikten sonra filmin oyuncularını, bu filmin yönetmeni ve senaristini tanımak, izlediğim filmi biraz daha içerden keşfetme dürtüsü bastı beni, ki izlediğim bir film ardından ilk kez duymuştum böylesi bir merak ve ilgiyi. Filmin senaryosu ve yönetmenliği aynı ellerdendi. François Ozon'dan. Ardından yönetmenin diğer işlerini merak ettim ve isimleri ve konuları itibariyle beni çeken filmlerini seçerek başladım bu keşfe. Bu şekilde seçtiğim ilk filmi ise Une Nouvelle Amie filmiydi. Ozon'u ve tarzını anlamaya başladığım ilk filmiydi. Anlatım gücüne hayran bıraktığı filmi Swimming Pool, 8 femmes  ve ardından Ozon'un en sevdiğim filmi olan Frantz'la buluştum. Hayatımda kendimi en yakın hissettiğim filmdir yine, Frantz. Bundan sonra emin oldum, burada kendime ait bir alanda, hem bunu okuyan sizlere ve hem de kendime aktaracaklarım, paylaşacaklarım olduğuna, Ozon ve filmlerine dair. Bugün bahsettiğim bu eminliği kılan 3 filmini sizlerle paylaşmak düşerdi bana. Duygularımın ve fikirlerimin yoğunluğu bilhassa onlar üzerinde... 
Mayıs 2020'de yazımına karar verdiğim Jeune et Jolie ve Une Nouvelle Amie ile yalnızca taslak halinde, notlarımla vücut bulan bu yazıyı, Eylül ayında izlediğim Frantz filmiyle artık sağlam bir kalıba aktarmam gerektiğini, ele almak istediğim 3 filminden sonuncusunun muhakkak Frantz olması gerektiğini anladım. Ele aldığım ve de arzusunu duyduğum bu işin hakkını vermek için de; oyuncuların gerekse diğer işlerini izleyerek, François Ozon'un kariyeri hakkında söyleşi ve röportajları, yaşam üzerinde pek çok noktaya bakış açılarını dinlediğim, okuduğum araştırmalarım ve vakit ayırmalarım yanında aceleye getirmeden ilham bulduğum ve motivasyon yakaladığım, odağımın açık olduğu, kafamın dağınık olmadığı anları bekleyerek adım adım ilerlettim. Sindire sindire tamamlamak bir işi bu olsa gerek, benim için. Bugün sonuca ulaşacak olmamın mutluluğu içindeyim.

Öte yandan bu yazım bir film eleştirisi yazısı değildir. Hatta bu niteliğe uzak olduğu inancındayım. Tıpkı daha önceki yazılarımın bir kitap eleştirisi yazısından oldukça uzak yazılar olması gibi. Ben bana yansıyanın bende var olanla, özümle bütünleştiği yanlarını benden de size ve yine kendime yansıtmayı istiyorum yalnızca. Sürekli kendim ifadesini kullanmamsa; yazan bir insanın ilk gayesi bence birisine kendini açıklamak değil kendinde var olanı somuta çevirmenin yahut ondaki yenileşmenin elle tutulur halinin kendisi için olan keyfidir. Sonraki aşamada, aktardıklarımın sizdeki etkisini, paylaşılanın karşıya ne şekilde geçtiğinin merakıdır .
Yazım, bu üç değerli filmin ruhumda bir yer tutmuş, ilgime ve kafa yormama değer oluşu üzerine paylaşmak istediklerimle ilgilidir tamamen. 
Ayrıca bu yazıyı okurken, sizi, filmler hakkında arzuladığınızdan daha fazlasını bilmek ya da sosyal medya diliyle spoiler yemek gibi endişelerden baştan uzak tutmak isterim. Bu yazı benimle beraber 3 filmi keşfetmeniz, sizde merak uyandırması ve sizlere ne düşündüreceğinin heyecanı üzerine odaklı.

Ozon’un yeri ülkemizdeki sinema eleştirmenlerinde ve sinema yapımcılarında, başarılı Türk aktör ve aktrislerde ayrı... fakat izleyici tarafında pek tanınmıyor. Bu nedenle onu keşfeden deneyimleyen bir izleyici, birey olduğum ve internet alemi gibi bir derya içerisinde onu ve filmlerini bahse aldığım bir yazım, bir parçam olması da diğer heyecan ve keyif yaratan nedenlerim. 
Yazımın içeriği hakkında size bir fikir vermesi açısından; François Ozon'la ilgili aktarmak istediklerimi, ondan bahsetmeyi; gerek yönetmen kimliği gerek senarist kimliği gerekse bir insan olarak sosyal olgulara, topluma bakış açısının kendince aktardığı biçimlerini, büyük oranda, ayrı ayrı konuşacağım 3 filmine yaymayı istiyorum. Böylece filmleri hakkındaki bu okumalarınız arasında Ozon'u keşfetmek bir parça da sizlere düşecektir :) 

Paylaşmayı lüzumlu gördüğüm bu aşamayı bu kadarıyla kafi bularak filmler üzerinde konuşmaya hemen geçelim.


JEUNE ET JOLİE (GENÇ VE GÜZEL) (2014)

Kimimiz için içimizdeki doldurulmayı bekleyen boşluk, hissedilmeyi ve hissetmeyi bekleyen yanlarımız yaşsal çağımızın gerektirdiklerinden daha derin, doldurulması daha zordur. Arayışın kendisini yönünü belirleyen de bu olmalı... Bu sebeple, beklenilen, arayışta olunan aşk da, heyecan da, keşfedilmek istenen de kendimiz için zannedilenden daha olgun olana yönelmeye sebep oluyor. Belki çok daha tehlikeli çok daha cesurca yollara eğilimlenmeye... 

Ozon benim için, filmlerinde temeli, konuyu yani aslolan parçayı verip kalan parçayı doldurmayı seyirciye bırakmasıyla meşhur. Filmlerini izledikçe kafama onun stili olarak kazılan yönlerinden biri bu. François Ozon insan ruhunun derinliklerine bakış açısı sunan bir yönetmen. Bunu yaparken de verdiği hikayenin ana fikirden ayrı diğer detaylarıyla pek ilgilenmiyor; aslında bakış açısını dağıtmıyor, dağıtmak istemiyor.

Jeune et Jolie, büyümeye başladığı zamanlarda Isabelle'in, onun çevresi, sahip olduğu aile biçimi ve gördüğü ve de görmek istemediği etkenler beraberinde kendince yaşamı tanımayı seçtiği yolu anlatan bir film. Bu çerçevede Isabelle'in bulmaya çalıştığını hissetmek, ona ve yaşamına, ait olduklarına ve sahip olduklarına kendi ruhumuzdan bakarak arayışının temelini görmek yine bizim elimizde. 

Şöyle bahsetmek istiyorum ki arayış dediğimiz bu kavram benim için, bireyin arayışta olduğunu bildiği yüzeysel bir şey değil. Bu savrulmayı ruhun kendisi yönetir. Ruhun, kalbin, iradenin yaşam içindeki evrilişini sürdüren, bedenin ve duyguların o büyüme denen süreç içinde dönem dönem açılan boşlukları, yeni açlıkları; her yeni yaşta, çağda;  idrak edilen hayat gerçeklerinin getirdiği iyi kötü farkındalıkların gösterdiği yeni pencereleri... yönetme, onları doyurma ve yönelme, yön bulma durumlarıdır.

17 yaşında olan Isabelle'in, büyümeye attığı ilk adımda benim de başta bahsettiğim, sahip olduğu etkenler üzerine yeni bir anlam kazanma, sıkışıp kaldığı fakat yaşına göre daha ağır hissettiği, sıyrılmak istenilen o benlik duygusundan öteye gitmeye çalışmasını ilk olarak cinselliği keşfetmekle başlattığını göreceğiz. Bu aşama onun için, birini tanımak ve de onunla seviştiğinde fark edeceği hislerin onda yaratıp yaratmayacağı değişimleri görmek, temelde ne hissedeceğini en derinde ne değişeceğini merak etmesiydi bana göre. Ve yine o çok aradığı değişimi bulamadı, merak ettiği bu pek tabii olağan, normal olguda, ilk ilişkisinde, farklı, içine yeni bir anlam sığdıracak bir deneyim yaşamadı... bana öyle geliyor ki daha önce tecrübe etmediği bir anlam, bir his bulmak istiyordu. Bulamadığı için, bu noktadan sonra, bunu bir farklı boyutta fahişelik yaparak keşfetme çabasını seyrediyoruz. Cinselliği değil aynı zamanda hayatı da, büyümeyi de olgunlaşmayı ve keşfetmeyi de bu yolla deneyimlemeyi seçtiğini... François Ozon'un film hakkında bir söyleşide belirttikleri anlatmaya çalıştığımı yeterince özetler; 'olaylar, hayatı keşfetmeye bu yoldan, yani fahişelik yapan bir genç kız üzerinden sağlam ilerliyor fakat bu film kesinlikle fahişeliğe dair değil, erişkinlikle ilgili meselesi olan bir film!'

Tam bu noktada filme dair paylaşmak istediğim bir diğer şeyse, Isabelle'in bu sürece girişinde etken rol oynamış olduğu filmde açıkça sunulan bir baba detayı var. Fakat Isabelle'in hayatında belirleyici bir durum olması dışında daha fazla içine girilmiyor, Isabelle'le ilgili bilmemiz gereken detaylardan olması dışında başka yere sapmıyor. Bu baba detayı, hikayenin bütününü gördükten sonra Isabelle'deki ve onun yolundaki yeri ve anlamı izleyiciye kalmış. Ozon bu ve bu gibi detaylara girmiyor, yorumunu katmıyor. 

 Isabelle öğrencilerin okurken para kazanması üzerine bir belgesele rast geldiğinde tüm bunlardan daha önce ona okul çıkışında yaklaşan ve  numarasını veren adama dönüş yapıyor. Ve bu süreç böylece başlıyor. Filmin sonu için söylemek isterim ki; film bittiği anda Isabelle'in sonraki sürecini çizmek, görmek, onun hakkında ve geleceğinde tahminde bulunmak tamamen bizlere sunulmuş, bırakılmış. 

Son olarak, Ozon filmlerinde karakterlerin yolculuk esnalarını çekmeyi seviyor. Bunu dikkatli bir izleyiciysek çok net anlıyoruz. Burada bahsettiğim 3 filminde de belirgin kıldığı bir özelliği bu. Karakterlerin ruh halini mekanlarla bütün kılarak aktarmayı seviyor, bu ister büyük bir yolculuk, ister şehrin alelade bir caddesinden, bir metro koridorundan geçiş olsun.

Marine Vacht'ın oyunculuğu, kendisinin sahip olduğu filme ve diğer oynadığı işlere de hep yansıyan o mistik havası, özgün güzelliği ve sadeliği beni müthiş etkiledi.

 Jeune et Jolie izlediğim ilk Fransız filmi, Ozon'un izlediğim ilk işi, ilk bağımsız filmi ve Marine Vacht'ın oyunculuğunu keşfettiğim film oldu! Oldukça keyifliyim bu durumdan!

Ve Isabelle'e veda ederken, Ozon filmlerinin neredeyse tümünde imzası olan Phillippe Rombi'nin, aynı zamanda filmin de imza müziğini bırakıyorum sizlere, dinlediğiniz takdirde bir çoklarınızın beğenisini kazanacağına eminim fakat ruhumda hala dahi derin hisleri harekete geçirmesinin yanında ilk zamanlarda belli bir müddet beni epey içine almış ve yalnızca bu müziği dinler olmuştum.. hatta keşke siz bu yazıyı okurken arka fon yapabilsem! :)

Phillippe Rombi 'Jeune et Jolie' Théme '


  UNE NOUVELLE AMİE (YENİ KIZ ARKADAŞIM) (2014)

Dostluk...

 Arkadaşlık, insanın içindeki neşe de, sevgi de, paylaşmak da, küsmek de, anlamak ve anlaşılmak da, coşmak da, durulmak da sır da, gevezelik de, ait olmak da, kendin olmak da, alışmak da, güvenmek de, öfkelenmek de, emin olmak da keşfetmek de denen bu insanı insan yapan parçalarını aynı anda bünyesinde barındırdığı yanıdır ve benim için insanın asıl dostu kendinden başka daima tek kişidir. Bir tanedir... bilhassa sevmeyi bilenin ve kendini seven bireylerin bunu tatması mümkündür.. arkadaşlık bahar gibi bir yanı insanın, ne olursa olsun... kendi adıma, dostuma ayırdığım yanım benim en sevdiğim yanımdır zira. Arkadaşlığın paylaşmayı gerektirdiklerini öylesine bahşettiği için hayat bana, minnettarım. Henüz genç yaşıma rağmen.. 

Böylesi derin bir zenginliği tadabilmiş biri için bunun yokluğunun, yitirilmesinin başa gelişi ve yarattığı boşluğun acısı, zorluğu ve katlanılmazlığını düşünmek, hissedebilmek mümkün olabilir. Tam bu noktada, filmde, arkadaşını kaybeden Claire'in acısı beraberinde, arkadaşının ve onun anlam katabildiği yanının boşluğunun yerini doldurma güdüsü ile kendinde keşfedeceklerine, tutumlarına şahitlik edeceğiz. Ve aynı anda da; kendisini olduğu gibi, gerçeği ile kabul eden, daha doğrusu öyle de sevmeye devam eden eşini kaybeden David'i de. Yaşama yeni kazandığı kimliğiyle adapte olmaya çalışan Virgina'yı da.. Bir insanın yokluğunun, hayatlarının en önemli kişisini kaybetmiş iki insana verdiği yöne...

Laura...

Claire arkadaşı Laura'yı kusursuz bir bağ ile sevmektedir. Çocukluklarından beri yolu hep onunla birlikte yürüdüğü arkadaşının hayatındaki yerinin boş kalışı, onun da, insanen önemi büyük bir yanını alıp götürmüş, Claire'i eksik bırakmıştır. Kendisine ve Laura'ya, Laura'nın ardında bıraktığı bebeği ve eşi David'e göz kulak olacağına dair verdiği sözü tutmak bir nevi avuntusu olur başta ve hikayenin tam bu aşamasında karşı karşıya gelinen durumlarla başlıyoruz sevgili Claire, Laura, David ve Virginia'yı tanımaya! bu özgün hikayeyi keşfetmeye! 

Belirtmek isterim ki, bilinçaltının ya da yaşamın verdiği özün en derinlerinde neler sakladığımızı bize başa gelen hangi olayın keşfettireceği tam bir muamma.. filmin bana bıraktığı ana düşünce budur.
David o derindeki gerçeği çok erkenden keşfetmiş, fakat Claire'in bastırdığı, yokmuş gibi yaşadığı bir gerçeği var.. 

Karakterin varlığına ne kadar az yer verilmiş olsa da, bu filmde Laura'yı tanımak; yokluğunda yeni hayatlarına adapte olmaya çalışan; kimlikleri, yokluğunda  büyük etki ve değişime uğrayan insanların değişimleri üzerinden keşfetmeye kalıyor demem çok yerinde.. Bu hikayenin anlamında saklı Laura... bütün hikaye onun boşluğunun geride kalanlara bıraktığı etkisiydi. Onlara açtığı yol ve saptıkları yöndü. Bahsettiğim şu ki film Laura ve onun ölümünün ardından olanlar değil, varlığının yitirilmesin sevdikleri üzerindeki anlamı, etkileri ve bunun üzerine çevresindeki insanların değişimiydi. 

Öte yandan David ve Claire ve Virginia ve Claire arasında kurulacak bu arkadaşlığın içinde ben Claire'e dair bencilce bir nokta gördüm. Çok da kötü anlamda değil :) Clair'in başta, elbette her şeyden önce, David'in sırrını kabullenmesi onda Laura'nın boşluğunu dolduruyor olabildiğini hissetmesiydi. Aralarındaki sır ortaklığı, arkadaşlık ve arkadaş desteği bu açıdan başladı diye düşünüyorum ben.

Çok kısa Une Nouvelle Amie içinde de yinelemek isterim ki Ozon tarzı aynen filmde kendini belli ediyor.. Onun filmlerini onun olduğunu bilmeden izlesek de imzanın ona ait olduğunu gayet fark edebileceğimiz bir yönetmen François Ozon! Hislerin, etkinin, yıkımların ve tercih edilen yolların etkilerinin karakterler üzerinde deneyimini vaat ediyor Ozon izleyiciye, yalnızca. Olay örgüsüyle sabit klas bir iş değil hiçbir işi! İzleyiciye yaşatmak istediği deneyim dışında ve geçirmek istediği ana tema, yansıtmak istediği belli başlı olgular ve hikayeye destek olacak detaylar haricinde hiçbir yola sapmıyor ve detaya ihtiyaç duymuyor, istemiyor belli ki Ozon.

Bu film için diyebilirim ki, film sizi içine alacaksa bunu ilk 15 dakikasında yapıyor zaten. İlerlemesini bekleyeyim belki birazdan sarar demenize gerek yok. Eğer hitap ettiyse size ve yakalayacaksa ruhunuzu bahsettiğim gibi bunu baştan yapıyor zaten. 

Son olarak Romain Duris ve Anais Demoustier gibi iki çok yetenekli oyuncuyu keşfetmiş olmak çok keyifli.

Ozon'un kendisinin de kendine ayırdığı ufak bir rolü var filmde :) Ozon'u görenler yorumlarda buluşalım :)

Bu filmi de bana özel kılan benim için meğer içinde bir armağan saklıyor oluşuymuş! Evet bana bıraktığı çok derin duygu yükü var, hepsinin özeti ve benim yaşamımın, İpek'in kendini var ederken yaşadığı her şey bu şarkıda kilitli! Öte yandan 2020 yılının en çok dinlediğim parçasıymış, bu tescilin sahibi Spotify! Dinlerseniz incitmeden yerine bırakınız..

Ayrıca insanın kendini yargısızca kendi gerçeğine bıraktığında o övünçlü coşkuyu hissettiren bir sahne var! O sahnede duyacağınız şarkıyı çok aramayın diye şimdiden Spotify linkini buraya bırakıyorum, teşekküre gerek yok iyi dinlemeler :)


    FRANTZ (2016)

'' Kafayı hakikat ve şeffaflıkla bozduğumuz bir dönemde yalanlar üzerine bir film yapmak istedim.''

François Ozon'un en sevdiğim filmi olmuştur! Ve hayatım boyunca izlediğim en iyi filmlerin başında olanlardan; en sevdiğim, en çok kendime katabileceğim parça bulduklarımdan... Zira kendimden bir parça buldum değil de, bana, İpek'e yeni yepyeni anlamlar katan çok yönlülüğüyle beni müthiş etkilemiş bir filmdir demeliyim Frantz için.

Frantz'ı uzun bir süre aralığıyla beraber 2 kere izledim. İlk izlediğimde beni müthiş bir etkiyle çarpmasının yanı sıra izleyişimin ardından kafamda savaşın insanlara, toplumlara olan etkileri ve toplumlarda olan yeri üzerine düşündürmüştü daha çok. Belki de filmin bu konu üzerine net ve keskin bir giriş yapması ve beraberine bu filmin iki ülke arasındaki savaş üzerine olduğunu bilerek filme algılarımı o yönden açmamdandı. İşte bu sebeple böylesi bir filmde, ikinci kez izlememin çok yerinde olduğunu anlayarak Anna'nın, genç bir kadının aşktaki hayal kırıklığı ve arzuladığını keşfedememesini yahut keşfettiklerinin kalp kırıklığı ve yeni bir yolculuğa çıkmak olduğunu, ayrıca yalan üzerine kurulmuş sıfırdan ilişkilerin bireyleri ne şekilde yönlendirdiğini, bunun ayrı ayrı her bireydeki tutumlarını daha net incelememi, sorgulamamı ve düşünmemi sağladı.

Frantz'dan bahsederken hangi açıdan söze girmeliyim bilemiyorum, fakat Ozon'un özgün nitelikli yönetmen kimliğinin içerisine, özgün tarzına kendi içinde bambaşka özgün bir iş daha katması çok derin bakış açısına sahip, yeniliği, denemeyi gerçekten seven risk alan başarılı ve kendini adamış bir yönetmen olduğunu kesin kılıyor. 

Bu filme ne yalnızca aşk filmi ne de yalnızca savaş ne de tek başına bir dönem ne de sosyolojik toplumsal gözlem filmi denebilir. Her bir kavramın yeterince ve bol bol iç içe geçmiş bir halde işlenmesini seyrediyoruz. Çok kıymetli!

Frantz'ın yönetmenlik koltuğunda François Ozon yine tek başına otururken, filmin senaryosu Ozon beraberinde Phillippe Piazza'ya ait.

Film, Birinci Dünya Savaşı'nda kaybettiği nişanlısı Frantz'ın boş kalan yerini ve anısını, Frantz'ın ailesiyle beraber yaşamaya karar vererek dolu tutmaya, yaşatmaya çaba gösteren Anna'nın, ölümünün üzerinden yaklaşık 1 yıl geçmiş nişanlısının mezarına her gün onun (Frantz'ın) en sevdiği çiçek olan beyaz güller götürdüğü günlerden birinde Frantz'ın mezarında bir başkasından gelmiş bir beyaz gül bulmasıyla başlar. Bu başlangıç onu ve Frantz'ın ailesini, Adrien'i tanımaya ve yeniden oğulları Frantz'ı Adrien sayesinde yeniden dönmüşçesine hissetmelerine ve avuntu bulmalarına yol açar. 

Bir başka demeçle, bu filmin hikayesi savaşın gönülsüz kurbanları Frantz, Adrien ve bu savaşla aşkını kaybetmiş Anna'nın üzerinden başlar.

Film, yalanlar üzerine kurulmuş bir başlangıcın, sonunda yine Ozon tarzına özgü izleyicinin kendi sorularını soracağı ve akıbetin ne olacağına kendilerinin karar verebileceği bir noktaya kavuşturuyor yalnızca. Fakat süreç içerisinde deneyimleyeceklerimiz oldukça elzem. Tekrar belirtiyorum filmi eşsiz kılan da bu yönü. 

Almanya'nın küçük bir kasabasında başlayıp Paris'te son bulan bu filmde hem Fransızca hem Almanca konuşuluyor ve her iki toplumda da savaşın bıraktığı yıkımları izliyor ve görebiliyoruz. En önemlisi her iki devletin insanlarında da ayrı ayrı oluşan ve de büyüyen, öfkeye dayalı milliyetçiliğin yükselişe geçtiğini görebildiğimiz ve bununla bağlı olarak bilhassa Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Almanya'da yükselişe geçen Nazizmin de ilk sinyallerini bulabildiğimiz bir film.

 Tam bu noktada büyük bir istekle belirtmem gereken düşüncelerim ve kafamda doğan sorular şunlardır, bilhassa bu film her ne kadar Fransa ve Almaya arasında geçen savaş üzerine olsa da savaşların, insanlar üzerindeki etkisine ve bizlerin kafasında doğurması gereken sorular açısından evrensel ve tüm insanlığa hitap eden bir meselededir... 

Devletler ve çıkarları uğruna savaşmak.. zorunlu ya da gönüllü olunsa da... Savaş bittikten sonra dahi karşılıklı iki toplum arasındaki dava bitmiyor. Bir vatanın fertleri olarak bizi bir çatışmanın bitimi, gerekse bir süre sonra gerekse yıllar geçse dahi karşıdaki insanın, tabiri caizse geçmişteki düşmanın, artık bir insan olduğunu düşünmeye kabul etmeye ve insana yaklaşımın insanca olmasına inanmaya yetmiyor. Devletlerin bile çıkarları yahut gözettikleri hakları uğruna bitirebildikleri ve hatta devletlerin yine çıkarları uğruna barışsal bir yol izlemesiyle bile bitirebildiği bu çatışma halkın neden kalbine ebedi sürecek bir kin bırakır? İnsanın başka bir insana daima kötü hisler beslemesi ve kötü düşüncesi, ön yargıları baki kalır? Yani bu bağlamdaki adıyla, 'düşman' gözüyle baktırır?  Burada vereceğiniz yanıtın eşlerini evlatlarını atalarını topraklarını ve birçok değerlerini kaybetmelerinden ötürü ve de ebedi kalanın acıları olduğunu söyleme ihtimalinize karşın, filmden bulduğum bir yanıtla cevaplayayım sizi. Aynı acıyı ve yıkımı yaşayan, evlatlarını kaybeden yalnız bir taraf olamaz hiçbir savaşta. Kazananın dahi zaferi, kaybettikleri karşısında avuntusu olamaz. Evlatlarını bu savaşa; insan icadı, yaşamın gerçekliğinde hiçbir payı bulunmayan bu olguya davet eden devletlerin dahi sonunda barışsal bir yol izleyebildikleri bir düzenin, hiçbir halkın kalbinde yıllar sürecek bir kin ve düşmanlık beslemesini gerektirmesi benim açımdan kabul edilmez. Zira bir insan aklının ürünü olan, çıkar uğruna ortaya atılmış davalarda zedelenen insan vicdanı ve hürriyeti olmamalıdır. Uğruna savaştığımıza inandığımız, ve yine uğruna evlatlarımızı, eşlerimizi, kardeşlerimizi kaybettiğimiz ve de kimi zaman hürriyetimizden mahrum kaldığımız devlet, böyle bir yol izleyebilecekken biz neden asırlarca evlatlarımıza kin miras bırakırız, düşmanlığı derdimiz ederiz?  Bir milletin bir millete asırlar ötesinden beridir miras kalan kini, önyargıları hem ilgimi çekmiştir. Barışı huzuru değil de neden kötücül yargıları yaşatmayı seçeriz? Gerçek olan hislerin ve düşüncelerin yaşamın barışçıl olması gerekmez mi? İdeal edilenin, uğrunda mücadele edilenin yani... Filmin evrensel bir mesaj verdiğini iddia etmem bu sebeptendir işte, tüm dünya ülkeleri, bütün millet devletleri için geçerliymiş bu gerçek. İnsanoğlunun kendisi kini yaşatmaya mı meyilli? Seyir sırasında da tam bunları düşünürken filmin önemli ve kıymetli bir sahnesi olan, Frantz'ın babasının konuşması ve hatta ancak oğlunu kaybedişi üzerine idrak edebilmiş olduğu şu sözleri beni çok etkiledi ve sorularımın hakkı olduğunu hissettirdi. '' Oğlum, oğlun, senin iki çocuğun... Onları cepheye kim gönderdi? Cephanelik taşıyıp süngülerini bileyen kimlerdi? Bizdik. Babaları. Hem bizim tarafımızda, hem de onların tarafında böyleydi! Biz sorumluyuz. Onların binlerce evladını öldürürken zaferimizi biralarımızı içerek kutladık. Onlar evlatlarımızı öldürdüklerinde zaferlerini şaraplarını içerek kutladılar. Evlatlarının ölümlerine içen babalarız bizler.'' 

Bahsettiğim, henüz etkileri taze olan bu savaşın insanlar üzerine bıraktığı öfkeye dayalı milliyetçiliğin bir örneği sahne de, savaşın; yaşayan fakat kalbine ve insanlığına, bilhassa da vicdanına, ruhuna derin yaralar bıraktığı gönülsüz askeri Fransız Adrien'in, savaş sonrası 'düşman devlette', koca bir Alman topluluğu içinde, ölmüş dostu Frantz için, yani bilhassa insani duyguları nezdinde yaşarken gittiği Almanya sokaklarında sokakta kavga eden bir Alman'a yardım etmek istediğinde, yardım eli uzattığı Alman'ın onun Fransız olduğunu fark etmesi üzerine, yardımını şiddetle geri çevirip tükürmesi  Adrien'i insan olarak sarsmaya, ürkütmeye yetmesine ve derhal ülkeden gitmek istemesine, gerçek anlamda incinmesine neden olduğu o sahnedir! 


Yine Anna'nın; Adrien'le olan arkadaşlığını şiddetle eleştiren, ona 'Utan!' diyen adama, ki o savaşta kaybettiği bir nişanlısı olmasına rağmen, ' Gazeteleri okumuyor musun? Artık savaş bitti!' diyebilmesi...

Tüm bunlar insan adı verilen varlığın kalbini, erdemini, acizliğini, vicdanını, kırılganlığını ne denli sorgulatıyor öyle değil mi? Kalbi hala öfke ve nefret dolu insanlara da kızmak olmuyor bakış açın, asıl sorgulanması gerekenin ne kadar derin ve başka bir noktada olduğunu anlıyor insan. Benim nezdimde böyle oldu en azından.

Filmle ilgili hem teknik sayılan hem de filmin duygusuna birebir yön veren bir noktaya hızlıca geçiş yapmak istiyorum. Ozon'un siyah beyaz çektiği ilk filmi Frantz! Fakat filmlerinde özellikle renklere eğilimli olduğunu vurgulayan bir yönetmen. Bu filmi kendisine gelen öneriler üzerine ve de kendisinin de bir ilki denemek istemesi üzerine siyah beyaz çekmeye karar verişinin zor bir süreç olduğnu anlatır. Ama tam bu burada, yine ustalığını ve özgünlüğünü, bambaşka bakış açısını konuşturacak bir yön yaratmış Ozon.... Filmin ilgimi çeken yanlarından biri de yalnızca birkaç sahnenin renklendirilmiş olmasıydı! Ve siyah beyazdan, renklendirilmiş sahnelere o yumuşak geçiş çok hoşuma gitmiş ve bunun bir anlamı olduğunu sezinletmişti bana! Tam da bu noktada Ozon bu durumu okuduğum bir röportajında şöyle anlatıyor ''...flashback sahnelerinde ve yalanların söylendiği ya da mutlu olunan bir takım sahnelerde, hayatın yas dolu anlara geri dönüp, onlara can katmasını sembolize edecek bir dramatik anlatı ögesi olarak renk kullanmaya karar verdim. Kanın damarlarda akması gibi renk de siyah beyaz filme can veriyor.''    

Filme dair en önemli dikkat çekici şeylerden biri varki, Ozon'un bu okyanus misali derin ve çok yönlü filminde, olayları ve karakterleri önemli ölçüde sanatla bağdaştırmasıdır. Filmde tematik olarak faydalandığı Edouard Manet'in Le Suicide (İntihar) tablosu, filme dair her şeyi bir noktada mıknatıs gibi çekmeyi ve ortak buluş noktası olmayı, dileyen izleyiciye düşünme ve bağdaştırma bakımından mistik bir alan açmayı sağlamış.

Yine Jeune et Jolie'de bahsettiğim gibi Ozon, karakterlerin küçük ya da büyük bir yerden bir yere varış esnalarını kıymetli buluyor. Karakterin o yolculuk esnasında bulunduğu mekan bize yeterince filmin içine dahiliyet sunuyor, ayrıca karakterlerin bir yerden bir yere gidişlerini seyrederken karakteri düşünebiliyor ve onu ve gelişimini anlama zamanına, alanına sahip olabiliyoruz. Anna, başta tekdüze bir yaşam döngüsündeyken ve aynı fasit daireyi dönüp dururken, onun Fransa'ya doğru yolculuğa çıkan birine dönüşümünü izliyoruz.
*fasit daire : kısır döngü

Bu genç kadının kendini keşfetme sürecine olan dikkatimi bir kaç seferdir paylaşırken, kendimle çok ortak nokta bulurken, Anna'da beni etkileyen başka ve en önemli şey de yüz yüze gelmek zorunda kaldığı tüm olgularla başa çıkma şekli ve o narin, insani yönünü kaybetmemiş cesurluğuydu' 
 
'Mutlu ol, Anna!!
Bu filmin, bir önce bahsettiğim Une Nouvelle Amie filmiyle bir ortak noktası var ki, o da müziğidir :) Ozon filmlerinin daimi müzisyeni, Phillippe Rombi bu filme de şahane parçalarıyla imzasını atmış, fakat Adrien'in çok önemli ve filmin şifresinin saklı olduğu bir sahnede Une Nouvelle Amie filminde çalan 'Le Perfum de Laura(Laura'nın Parfümü)' parçası çaldı, tabi bu filmde, Frantz'da ise parçaya 'Le Secret(Sır)' adını vermiş. Çok büyülendim yine, Rombi'nin müzikleri beni inanılmaz sarıyor sarmalıyor fakat çok merak ettim o büyülü müziği bir kez daha neden bu filmde kullanmayı tercih etti :)

Bununla beraber filmin yine harika müziklerinde bir tanesini, kıymetli bir sahnede dinleyeceğiniz o parçanın da Spotify linkini bırakayım buraya

 ' Phillippe Rombi La Lettre de Frantz ( Frantz'ın Mektubu) '

Anlatmak istediklerim, aktarmak istediklerim ve paylaşmayı daima arzuladığım tümüyle bu kadar. Paylaşmak.. Yaşamın ne elzem bir gerçeği, ne güzel bir kelimesi. Paylaşacak şeylerin mevcudiyetinin çokluğu kadar, paylaşacak yeni şeyler yaratmak, paylaşabilmek arzusuyla yeni olgular meydana getirmek, her anlamda, bir başka kıymetli... Bana buraya kadar eşlik ettiyseniz, minnettar ve çok mutluyum. Fikirlerinizi, filmi izlediyseniz yahut bu yazımdan sonra izlediğiniz takdirde bana artı olarak eşlik etmek istediğiniz noktaları ve açıları, bakış açılarınızı, eleştirilerinizi ve yorumlarınızı buradan, bu yazının altında paylaşabilirsiniz.

 İyiliğin bilincinde, incitmemenin, sevginin ve yaklaşımın, tercihimiz olan tutumlarımızın daha gerçekçi ve şefkatli olmasının büyük önemini anladığımız; sonsuz saygı ve güveni tadabildiğimiz, tattırabildiğimiz insanlar olmamızın candan ümidiyle. 

 Kendinize iyi bakın.

İpek...


Yorumlar

  1. Güzel bir yazı olmuş, tebrik ediyorum. Son günlerde izleyebileceğim kaliteli bir film arıyordum. Açıkçası bu yazı bana çok yardımcı oldu. Frantz'ın hem dönem filmi olması hem de savaşın etkilerini anlatması baya ilgimi çekti, ilk fırsatta izleyeceğim. Bu keşif için teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Oğuz çok mutlu oldum! Çok teşekkür ederim.

      Sil
  2. Uzun bir yazı fakat düşünceleriniz ve kendinizde bulduklarınızla, ve bunu akıcı ve keyifli anlatımızla aktarmanız bir o kadar uzun bir emek verdiğinizi gösteriyor. Ve filmleri gerçekten epey ilgi çekici ve okuyanda merak uyandıracak şekilde anlatmışsınız. 3ünü de merakla vakit bulup izleyeceğim. Yazınızı,, blogunuzu ve diğer yazılarınızı gerçekten başarılı buldum, takipte olacağım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginiz ve düşünceleriniz için çok teşekkürler!

      Sil
  3. İnsanoğlu ne zaman diğer canlılardan ayrıldı derseniz, içgüdülerinden ziyade yaşadıklarına dair duygu ve sevgi evrimidir derdim. Duygular her ne kadar sadece mutluluk getirmese de, sevgi her ne kadar her daim sevecenlik bırakmasa da insanda ikisi de insanı insan yapmaktadır. Bu anlamda yazınızı ilgiyle okudum ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; kattığınız duygu çok net hissediliyor ve filmleri ve François Ozon'u takip edeceğim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu güzel yorumunuz teşekkür ederim size :) Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Dolayısıyla fikirlerinize ek olarak... Sevgi gibi diğer tüm o güzel çağrışım yapan soyut gerçekliklerimiz daima iyi hissettirmeye aracı değillerdir aslında. Bizi büyütecek, kendimizi keşfetme yolunda ne istediğimizi bulduracak, olgunluk katacak, tecrübe kazandıracak sonuçlar bırakabilir gerisinde bize. Hayatta böyle, filmlerde odaklandığım temel nokta gibi, keşfetmekle süregelen bir olgu. Her şeyin nedenselliği keşfetmekten diğer tüm şeylere doğru.. demek isterim.
      Abim olmanızdan ziyade yorumlarınızda ilgili bir okur gözlerinizi hissettim. Ben yine de söyleyeyim iyi ki benim abimsiniz ! :)Tekrar teşekkür ederim İlker bey! ❤️

      Sil
  4. Yazını okumadan önce 'Frantz' ı izlemek istedim ve akabinde buraya da yazmak istedim. Öncelikle bu kadar emek verip bizi aydınlattığın için teşekkür ederim. Film de yakalayamadığım, dikkatimden kaçan ayrıntıları senin yazından sonra fark etmem aslında senin ne kadar iyi bir film .çözümleme becerin olduğunu gösteriyor. Umarım daha çok film analiz edip bizi bu konularda aydınlatırsın. Şuan bu yazıyı yazarken Philippe Rombi'nin müziklerini dinlemem de aynı şekilde yazını okuyana bir şeyler kattığının kanıtı aslında. Lütfen bizimle daha çok şey paylaş :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne kadar onore ve motive edici bir geri dönüş bu! Çok mutluyum, ilgini ve zamanını ayırdığın ve böylesine beğendiğin için, özverin için... Çok, çok teşekkür ederim Kutluhan🙏🏻

      Sil
  5. Yeğenim yazını zamanla ve ilgiyle dikkatle okudum, bu ve diğer tüm şahane yazıların için tebrik ederim güzelim seni, hepsi çok keyifli ve çok başarılı kuzum, başarılarının ve tüm bu güzel uğraşlarınım devamını getirmeni dilerim❤

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Vassaf Bey Memduh Şevket Esendal

Vassaf bey. İçim gurur dolu, kendime tebrik dolu. Romanlardan kazandığım her edinimin bende bıraktığı bir coşku var. İkinci Memduh Şevket Esendal romanıyla yine yaşıyorum. Vassaf Bey hemen her yönüyle yetkin bir roman. Araştırdığım ve izlenimim kadarıyla Esendal’ın kendisinin de bir o kadar önem verdiği bir romanı. 1930ların Ankara’sından Türkiye’ye görebileceğim en usta, en özgün, en insancıl bakış. Çiçeği burnunda başkent Ankara’nın çok keyifli bir süreç içinde sosyolojik hem de ekonomik yapısı… Hayatta tanışıklık kurduğum çok kıymetli büyüklerim vardır. Kalbi özgün güzel, karakterleri şahane, toplum içindeki yerleri saygın, işlerinde bilge ve sevecen insanlardır. Şimdi Esendal’la aramdaki ilişkiyi böyle görüyorum. Ben ulaştım. Kendimi, kendime katmak istediklerimi ararken, hep İpek olduğum yolumda istediğimce daha da İpek olmak isterken tanıştım onunla. İşte tıpkı yukarıda bir parça tanıttığım büyüklerimle olan şanslı tanışıklıklarım gibi. İşte tıpkı Yaşar Kemalle, Reşat Nuri

Startup Dünyasına Giriş 101

STARTUP DÜNYASINA GİRİŞ 101 Startup kavramı ile ilgili söze başlamadan ve bu kavramı ele almadan önce değinilecek ilk nokta, bu kavram hakkında tek bir tanım ortaya henüz konulmadığı konulamayacağı, çünkü bu kavramın halen gelişim sürecinde ve yine tek bir cümlelik tanım içerisinde kapsanamayacak kadar karmaşık ve hala araştırılmakta olduğunu belirtmek olur. Startup kavramına ve Startup şirketlere ilişkin konulmuş açıklamalar bilhassa Türkçemizde yetersiz kalmakta ve karıştırılmakta, daha ziyade eksik ve hatalı kalmaktadır. Türkiye’de bu akıma bazı adlandırmalar karşılıklar getirilmeye çalışılsa da Startup ortaya çıkışı, işleyiş stili ve büyüme yayılma alanları ile tüm o yakıştırılan Türkçe karşılıklardan ( halk ağzında bebek girişimcilik, şirketcik, filiz şirket vb.) ayrı tutulmalı. Bu yazıda Startup dünyasından bahsederken bunun nedenleri üzerine de konuşmuş, bu başlangıcı açıklamış olacağım. Startup kavramı ilk olarak Amerika’da Silikon Vadisi’nde ortaya çııkmış bir kavramdır. A